22 Haziran 2010 Salı

artık yol zamanı




ankara-tebriz tren bileti fiyatı: 67.70 tl

24 haziran sabahı ankara' dan ayrılıyorum. yolculuğum yaklaşık elli saat sürecekmiş.

19 Haziran 2010 Cumartesi

Neden ?

Dün evde yapmam gerekenler ve sorunlar içinde kendimi bulduğum bir anda yapmak istediklerimi düşündüm. Gitmek istediğim yerleri düşündüm. Aklımdaki öncelikli planım İran-Pakistan-Hindistan hattı. Heyecan bastı birden. İçim dolu dolu oldu. Geçen yazım geldi aklıma. Bir yıllık para biriktirmelerin ardından geçtiğimiz yaz tek başıma Suriye’ye gittim. İki ay kadar Suriye ve Lübnan’ı gezdim. Ama sadece gezmek değildi yaptığım. Sadece bir turist olmadım gittiğim yerlerde, 'olabildiğince' anlamaya da çalıştım oradaki yaşamı. Arkadaşlarım oldu hala görüştüğüm, biri şu günlerde Türkiye’ye gelmeyi düşünüyor. Benzerliğimize şaşırdım, farklılığımıza da... Nasıl da uzaklaştırılmışız kendimizden şaşırdım. Nasıl da en yakınımızdakine yabancılaşmış, biz de bize yapıldığı gibi küçük görmüşüz kendi "doğu"larımızı. Kırmızı Başlıklı Kız olmak istemişiz hepimiz küçükken, Şehrazat’ın varlığını bile bilmeden...

Suriye’de bir gazetecinin evine konuk oldum. Çeşitli pişirilmiş etler ve votkadan biraya içkilerle donatılmış bir masa etrafında Nazım Hikmet’in dizelerini Arapça dinledim. Aziz Nesin’den konuştuk. Avrupa ve Rus Edebiyatı keza biliniyordu masadakiler tarafından. Bahsettiğim gazeteci Türkiye’ye gelmiş bir kez ve burada geçirdiği birkaç gün içinde kulağına "Pis Arap!" lafı çalınmış. Kendimden öyle utandım ki. Cahilliğimden utanıyordum aslında. Onlarsa benim onları biraz olsun anlama ve anlatma çabası içinde oluşumu öyle değerli ve cesurca buluyorlardı ki çocuklarına beni örnek göstereceklerini söylediler. Yine utandım.

Geçenlerde yine arkadaşlarla oturuyoruz çaylı kekli bir masa etrafında. Arkada BBC açık, televizyon eşlik ediyor bize. Az sonra bir haber: Pakistan’da bir patlama sonucunda 93 kişi hayatını kaybetti. Bir anda sessizlik oluyor aramızda. Ardından başka bir haber geldiğinde sessizlik çekiliyor yavaşça ve yerini yine sohbet alıyor. Unutuluyor belki birkaç dakika içinde "izlediklerimiz". Bir belgesel gibi "bugünsüz" ve "bizsiz" izlediklerimiz. Şaşırıyorum zamanın değil ama mekânın, mesafenin oyununa. Bize öylesi bir oyun oynuyor ki hislerimizi alıyor bu oyun, insanlığımızı törpülüyor, bizi kör, sağır ediyor hiç beklemeden... Bu kadar bencil olabilir miyiz gerçekten? Bu kadar bencil olabilir miydik gerçekten eğer bu patlamalar yüz metre ötemizde olsaydı? Yine biz değil, tanımadıklarımız ölseydi ama patlamayı biz de duysaydık, bizim de içimizde bir bomba patlasaydı onunla birlikte, biz de patlamanın rüzgârını hissetseydik yüzümüzde, evimizin önündeki ağaçta, her gün ekmek aldığımız büfede ve okşamadan geçmediğimiz tanıdık sokak köpeğinde? Bize dokunmaması mıydı onu unutulur kılan? Aramızdaki mesafe miydi? Bilmemekti belki de... Oradaki insanı bilmemek, hiç ona dokunmamış olmak, oradaki çiçeği hiç koklamamış olmak; yani kaybettiklerimiz ne olduğunu bilmemek! Onun insan olduğunu bilmemiz ancak birkaç dakika acıtabiliyor içimizi ama fazlası gerekiyor. Anlamalı orayı, oradaki zamanı. Anlamalı ki oralar sadece "uzaktaki" olsun, "öteki" değil. Anlamalı ki uzaktakinin de sevinçlerini, sorunlarını öğrenesin ve içselleştirebilesin olabildiğince. Senin de sorunun olmalı senin de sevincin olmalı ki soruna sen de çözüm arayasın sadece üzülmek yerine, sevincine sen de ortak olasın. Evet, işte bu yüzden gitmek gerek Filistin’e, Pakistan’a. Anlamak için, anlatmak için.

Giderim sadece bu yüzden, gittiğim yerin insanını, sokağını, sokak köpeğini de benimmiş gibi seveyim, önemseyeyim ya da benim olmayanları da sevmeyi öğreneyim diye. Sonra da koruyayım artık bana uzak sokakları da!

Kendimi keşfettim artık. Ben bir rüzgâr olmalıyım. Her yola gitmeli, her dağın her çiçeğin kokusunu duymalı, her eve girmeli, dilediğimce esmeliyim yollarda!